Carter ve (o zaman hamile olan) eşi beni akşam yemeğine davet etmişlerdi. 2 3 gün önce oluyor bu –hayır “bazılarımız” hassas bu tarih ve zaman konularında da baştan belirteyim dedim. Neyse, iki şişe şarap bi buket çiçek alıp gittim. Carter ve Lena’nın iki arkadaşı daha vardı, oturup yemek yedik, sohbet ettik. Carter’ın Alla isimli bir arkadaşı da vardı. Kız Türkiye’de lisansüstü eğitimini yapıyormuş. Bir yandan da Türkçe dersleri alıyormuş. Bir aydır ders alıyor olmasına rağmen, kafasını gözünü yararak da olsa konuşabiliyor. Gerçi bunda aldığı derslerden çok sevgilisinin rolü olduğunu düşünüyorum ben. Malum dil dile değmeden dil öğrenilmiyor.
Bol bol Türkiye’den bahsettik. 15 gün kadar önce kar yağdığında hayatın nasıl durduğundan bahsettik. Türklerin, özellikle de İstanbullu’nun iki santim kar yağdığında nasıl da panik olduğundan bahsettik. Gerçekten de burada aralık ortasından şubat sonuna kadar sürekli kar ve buz oluyor yerlerde. Yollarda yer yer 20 santimi aşan kalınlıkta buz olmasına rağmen okullar tatil olmuyor, insanlar işine geç kalmıyor, ofisler kapatılmıyor. Hayat devam ediyor. Bizim 2 santim kar yağışıyla panik oluşumuz komik gerçekten.
Akşam yemeğinden sonra taksi şirketini arayıp taksi çağırdık. Herkes kendi taksisine binip yola koyuldu. Carter’ın evi neredeyse Kiev’in diğer tarafında. Benim evle arasında 20 kilometre kadar mesafe var. Taksiyi direkt şirketten telefonla çağırdığımız için baştan tarifeyi söylüyorlar, kazıklanma ihtimali sıfır oluyor. Normalde, sokaktan binmeye kalksanız en az 100 grivna ödeyeceğiniz yol için 70 grivna dediler. Hoşuma gitti.
Taksici 40lı yaşlarda bi abi. Aksanımdan yabancı olduğumu çözmüş, nereli olduğumu sordu. Türküm dediğimde başladı Türkiye anılarını anlatmaya. Yıllar önce Türkiye’ye gitmiş bu. Onları anlatıyor.
“Bagaj ticareti yapmaya girişmiştik o günlerde. Ben de cebime 3 bin dolar para koyup İstanbul’a gittim. Alışveriş yapıp buraya getirip satacağım. Olayım o. (Beyazıt taraflarını kastederek) Eski Kentte bi taksiye bindik. Hiç unutmuyorum. Şoförün sol elinde tesbih, eli camdan dışarı atmış, nadiren direksiyona dokunuyor. Sağ elinde sigara, o da genellikle vitesin üzerinde duruyor. Kafa bir sağda, bir solda, yoldan geçen sarışınlara bakıyor, arada “yavri yavri” diye iç geçiriyordu” diyor.
“Sonra bir ara, ara sokaklardan birine girdik. Bir kamyon, akıldan silinmeyen bir melodi, arkasından “aygaaaaz” sesi, ki hiç unutmuyorum o melodiyi” diyerek aygazın eski cingılını çalıyor ıslıkla ve neredeyse aynı tonlamayla “aygaaaaz” diye ekliyor. Feci bir nostalji… Aygaz kamyonlu yıllar. “Kamyon ağır ağır giderken mahallede oturan kadınlar kamyondan tüp alıp ön camdan parasını uzatıyordu” diyor. “Yıl 1993” diye ekliyor. Hatırlıyorum o yılları. Sovyetler yeni dağılmıştı. Ben sultanahmette çalışıyordum o yıllarda ve yarabbi şükürdü, gökten sarışın manken yağıyordu. 5 dolara sevişen çılgın kızlar. Votka muhabbetlerinden mavi kart edinmiştim ben, o 5 doları bile vermiyordum. Varsın Haluk pezevenklerle düşüp kalkıyor desinlerdi.
“Sonra bir bakkaldan bira alıp oturup parkta bira içtik. 6 7 yaşlarında bir çocuk geldi, eli yüzü boya içerisinde. Ayakkabıyı gösteriyor, boya sandığını gösteriyor, bişiler anlatıyor. Biz anladık ki boya yapıp para kazanmak derdinde. Ama boyatmak istemiyoruz. Çocuk ısrar ediyor, biz hayır diyoruz. En son “no-money, no-money” demeye başladı. O anda amacını anlamadık. İyi madem para istemiyorsun boya bakalım dedik, yeter ki başımızdan git. Çocuk iki boya sürdü, iki parlattı. Elini uzatıp 10 dolar dedi bize. Biz vermedik parayı. Bu parayı almadan gitmiyor. Ağlamaya başladı. Sonra 30lu yaşlarda bir adam geldi. Onun da söylediklerini tam anlamıyoruz, ama madem boyattınız ödeyeceksiniz çocuğun parasını diyor. Hatta sert el kol hareketleriyle üzerimize gelmeye başladı. Biz diklendik, o zaman pıstı gitti. Diklenmesek kavga çıkacaktı” diyor. Öğrencilik yıllarında sultanahmette bir otelde gece resepsiyoncusu olarak çalışmış biri olarak bu hikayeyi de çok iyi biliyorum. Defalarca şahit oldum.
Anlattıklarından utanmıyorum, rahatsız da olmuyorum. Aksine, yıllar sonra tekrar hatırladığım bu olaylar bana son derece komik geliyor. Onun için de son derece komik anılar bunlar zaten. Böyle güle güle geliyoruz yolun yarısını.
Sonra “bu tür olaylar her yerde oluyor. Türkiye’ye özgü değil eminim” diyor. “Zaten misal siz bugün taksiyi şirketten almak yerine yoldan binseydiniz vereceğiniz para en az 100 150 grivna olurdu. Bana el etseydiniz benim size vereceğim fiyat 100 grivnadan aşağı olmazdı” diyor. Bu kazıkçı zihniyete çok feci kıl olduğum için, hazır kazıkçının hoşsohbetini yakalamışken, olaya onların gözünden bir değerlendirme alabilirim umuduyla: “neden öyle yapıyorsunuz?” diye soruyorum. Tonlamamda suçlama değil merak var; safi merak. Neden lan? Hayır bu götler, gün boyu yolun kenarında yatıyorlar. Bizim taksiciler gibi gün boyu müşteri peşinde gezip dolaşıp ekmeklerini taştan çıkartmıyorlar. Yatıyor ipneler. Sonra yanlarına gidiyorsun, “şuraya gideceğim, ne kadar?” diye soruyorsun. Hop, normalin 2 3 katı fiyat söylüyorlar sana. Lan ipne, demin yatıyordun… Neyse, gerçekten nasıl bir mantıktır merak ediyorum ve ona da soruyorum: Niye lan?
“Bak diyor, eğer ben dışarıdan müşteri almasam, aldığım müşteriye de yüksek fiyat çekmesem, karnım doymaz. Eğer işim bu şirketin telsizinden gelen düşük tarifeli işlere kalsa, gündüz gece çalışsam, uyumasam, kıçımdan ter damlar ama gün sonunda cebimde para olmaz. Ben bu otomobili krediyle aldım. Banka dolar krediye %15 faiz uyguluyor. Türkiye’de faiz %3. Türkiye’de 20 kilometrelik yola taksiyle gitsen ne kadar para ödersin?” diye soruyor. 20 dolar kadar diyorum. “20 dolar 160 grivna para yapar. İki katı” diyor. “Ama türkiye’de benzin buranın üç katı” diyorum. İnanmak istemiyor gibi. “Türkiye, Avrupa ülkeleri arasında benzinin en pahalı olduğu ülke” diyorum: “ve benzin pahalıysa her şey pahalıdır. Burada bir liraya aldığını orada 2 3 liraya alabiliyorsun ancak”. “Peki faiz,” diyor: “siz otomobil kredisine %3 faiz ödüyorsunuz, bizde %15”.
Verdiği yüzdeler dolar üzerinden. Tam olmasa da üç aşağı beş yukarı, doğru. Ukrayna’da hiçbir yatırım dolar üzerinden yüzde on beş kazandırmazken, bankalar kredi faizi olarak dolar üzerinden yüzde on beş alıyorlar. Mevduata uyguladıkları faiz atıyorum yüzde 5. İş zora girdi mi onu da ödemeyip iflas veriyorlar. Mevduat devlet güvencesinde değil, hop göte geliyorsun. Şöyle birkaç milyon dolar olsa, Ukrayna’da en yapılacak iş bankacılık. Zört diye kur, zart diye iflas et, 2 milyon dolarını 12 milyon dolar yap. Bankacılar her yerde ipne… Bu ipne taksiciler de bankacılardan yedikleri kazığı bizden çıkartmaya çalışıyorlarmış. Bunu da anlamış olduk bahaneyle.
Not: Bu arada, Lena dün öğle suları doğurdu. Erken doğacak korkularına rağmen minik Alexandra tam haftasında 3 kilo felan gram olarak doğdu. Hoş geldin, biz bi bok anamadık bu dünyadan. İnşallah senin deneyimin daha güzel olur.