Bazen hayatın çok kolay bir şey olduğunu düşünüp rehavete düştüğümüz oluyor. Hatta bazılarımız için o rehavet bir yaşam biçimi oluveriyor. O diziler, o gazete haberleri, o internet siteleri, o dergiler, o video oyunları, bütün bunların yarattığı o sahte gündem… Gerçek hayatlarımızın yerini alıyor. Öyle ki hepimiz, yavaş yavaş, peyder pey, hiç hissettirmeden yok olup, yerimizi üç otuz genel kültürüyle senaryo yazmaya soyunmuş dallama holivud senaristlerinin kokain kafasıyla uydurduğu yalancı kahramanlara bırakıyoruz. Hello My Child, step forward! Ve kahraman sağdan girer…
Unutulan, kendi hayatımızın kahramanı değil, senaristi olduğumuz, her birimizin bu dünyada “özgün” bir hikaye yazma hakkına sahip olduğumuzdur. Bizi sokmaya çalıştıkları kalıplara girmeme, kendi kaderimizi kendimiz tayin etme hakkına sahibiz…
Çoğu insan hayata dair herhangi bir fikre sahip olamadan ölüp gidiyor. Neden? Onlar hayatı kendilerine sunulduğu şekliyle tanıyor, öyle kabulleniyorlar… Allahım sen bilirsin yarabbim… Düşünsene, diyelim ki büyük deden, büyük dedenin tüm o batıl inançlarını dedene aktarmış… Deden de tüm o batıl inançları sorgulamayıp kabullenmiş, babana aktarmış. Baban da sana… Yani, bir ömür ortalama 70 yıldan, üç çarpı yetmiş, 210 yıl öncesinin bilgileriyle donanmışsın. Hatta, geriye doğru işletirsek, belki 1000, belki 1400 yıl öncesinin bilgileriyle. Cinlere inanmıyorsun, göze görünmedikleri, ele gelmedikleri için. Perilere inanmıyorsun. Noel Babaya inanmıyorsun… Çünkü var olduklarına dair hiçbir somut delil yok. Sana göre ağaca çaput bağlayan, fala büyüye inanan mal… Oysa tanrıya inanıyorsun. Baban kefil çünkü… Yalnız değilsin, herkes inanıyor. Onlar da inanıyorlar.
Onlar sanıyorlar ki bir tanrı var… Daha da önemlisi, sanıyorlar ki tanrının ahlak anlayışı onların “ölümlü” ahlaki değerleriyle birebir örtüşüyor. Onlar sanıyorlar ki (faraza) tanrı, tanrı olsa, tanrı banko George Lucas gibi bir yönetmen olurdu, “predictable”, ya da “当たり前”, yani, nasıl diyorsunuz siz Türkler: kestirilebilir, tahmin edilebilir, perşembenin gelişi çarşambadan bellidir… Tanrının bir Tarantino, bir Guy Ritchie olma ihtimalini dikkate almıyorlar. Belki tanrı sağ gösterip sol vurmayı seviyor?
Onlar sanıyorlar ki tanrı kusursuz, mükemmel… Tanrının bir eroinman olma ihtimalinden bahsetmiyorlar bile. Hatta, tanrının hem eroinman hem overdose eylemiş ölü bir eroinman olma ihtimalinden de…
Peki ya tanrının psikolojik sorunları varsa? Hey, dostum, bana bozulma. Tanrıya inanıyorsan, tanrının bir psikolojisi, dolayısıyla psikolojik sorunları olabileceğine de inanmalısın… Haksız mıyım? Peki ya tanrı yalnızlıktan kafayı sıyırmışsa? Öyle ya, tanrının eşi yok… Çok hazin. Düşünsene, alemlerin rabbi, zamanın başlangıcından beri abazan…
Peki, ya tanrı gözü yaşlı bir kız çocuğuysa? Belki anne tanrı, baba tanrı, abi tanrı vs. vardır… Onların yarattıkları, kendilerine özgü alemleri vardır. Bizim yaşadığımız da ailenin küçük kızının “alemidir”. Belki hepimiz bir çamurdan pasta içerisinde yaşıyoruzdur. Hatta daha da kötüsü:
Belki de bu tanrının ilk yaratma denemesidir… Deneyimsiz bir tanrı…
Öyle ya, ne yaptığını bilen bir tanrının yarattığı dünyada yaşıyor olsak, bu kadar boktan bir dünyada mı yaşıyor olurduk? Ben tanrı olsam, işte bu ölümlü halimle yani, bu ölümlü halimle bile, bundan en az elli kat daha düzgün bir dünya yaratabilirdim. Mümin, tanrına sağladığın imkanların yarısını bana ver, sana elli kat daha yaşanır bir dünya yaratmazsam terbiyesiz bir rabbim. İspatlayabilirim.
Tüm sigaraları eski kısa camel tadında üretirdim mesela, ama kısa samsun fiyatına. Kanser diye bir hastalık da olmazdı, sigaranın hiçbir zararı da…
Otuz dakika orgazm domuzlara değil, insan oğlu insana mahsus olurdu. Günde beş vakit namaz yerine, günde beş vakit seks yapardın bana ulaşmak için…
Ve her sevişmen ilk sevişmen gibi olurdu ve herkesin kendine özgü bir “ruh ikizi”. Deneme yanılmayla da bulmazdın ruh eşini, ikiniz beraber, yanılmadan denerdiniz her şeyi.
On sekiz yaşında zört diye vücuda gelirdin, zamanın sonuna kadar on sekiz yaşında kalırdın en dinç halinle. Anan olmazdı, baban olmazdı, ölmezlerdi, arkalarından ağlamazdın.
Saçların beyazlamazdı, dökülmezdi; cildin kırışmaz, memelerin pörsümezdi. Ne ölüm olurdu, ne ölüm korkusu. Sonsuza kadar mutlu bir hayat yaşamanı “temin ederdim”. Tanrıyım ya ben, her şeye gücüm yeter ya, yapardım.
Savaş olmazdı, cinayet de, hepinizi kendi suretimden yarattıysam şayet… Ve benim suretimdenseniz, benle eşitsinizdir, arada rakı sofralarınıza inerdim, sizinle iki tek atardım… Biriz ya biz, hepimiz birimiz, birimiz hepimiz için ya… Karrrdeşim, öpüciiiim, ben de senin kadar sarhoş gezerdim.
Üçüncü dünya ülkelerinde doğdular diye, beyinlerini asfalta açmazdı kız çocukları. Şeker de yiyebilsinler diye, Zülfü’yü şeker bakanı yapardım.
Kısacası, ben tanrı olsam, cehennem olmazdı. Çünkü kendi yarattığım, içerisine kendi yazdığım kaderi yüklediğim bir varlığı cehennemde yakmak için bayaa bayaa sadist olmam gerekirdi.
Demem o ki, bazen hayatın çok kolay bir şey olduğunu düşünüp rehavete düştüğümüz oluyor. Bir tanrının olmayabileceği, belki de tek tanrının biz olduğumuz ihtimalini tümden görmezden gelip, bu evrende bize tanınan ortalama 70 yıllık şansın anasını sikip, mal gelip mal gittiğimiz oluyor… Çok oluyor.
Hayat adamı yontuyor derdi Özgür, hala da der…