Sabahın biri. Hava çok soğuk. Ve ilginç bir şekilde, giderek, her dakika biraz daha soğuduğunu hissetmek mümkün. 2 gün öncesine kadar eksi bir dereceydi. Dün eksi üç derece oldu. Bugün eksi beş derece. Pazar günü, yani öbür gün, eksi dokuz derece bekleniyor. Rüzgar yaklaşık yirmi kilometre hızla her taraftan, hep muhalif esiyor ve sıcaklığın, pardon soğukluğun, on derece kadar daha düşük hissedilmesine neden oluyor. Üç gündür çok hafif çiseliyor kar. Böyle tipilerdeki gibi ince taneli, asla lapa lapa değil, ama çok seyrek yağıyor. Yere düştüğünde öylece de kalmıyor, eriyip diğer kar taneleriyle birleşip, yerde incecik, an itibarı ile bir santimlik, bir buz tabakası oluşturuyor. Allahtan ayağımdaki ayakkabıları buradan almıştım, tabanları bir buçuk santim falan. İstanbul’da giymediğimiz denli kalın ayakkabılar bunlar. Ama ona rağmen, ayaklarım da sıcacık diyemem.
Hava gerçekten soğuk. Buranın en soğuğu değilmiş, ama benim gibi bir İstanbul çocuğu için tarifi çok zor bir soğuk. Evden çıkıp 20 adım atıyorsun, kafatasın –kafandaki bereye rağmen, çekip beynini sıkıştırmaya başlıyor. Evet, kafatasın beynini vuruyor, tıpkı yeni bir ayakkabının ayakları vurduğu gibi. Daha 20 adımda şakakların zonklamaya, kulakların yanmaya, burnun, alnın, yüzünün açık her yeri acımaya başlıyor. İşte öyle bir soğuk.
Soğuğa rağmen beni gecenin birinde dışarı çıkmaya iten şey: alkolün bitmiş olması. Her gün, gece yarısı yeniden alkol alma tribi olmasın diye bir gün öncekinden fazla alıyorum alkolü. Çeşitli varyasyonlar deniyorum. Bugün 4 litre bira, devrisi gün 1 şarap 2 litre bira, daha sonraki gün 4 litre bira artı 1 şişe şarap… Her halükarda gece 12 – 1 gibi büfe yolcusuyum. Bugün olduğu gibi. Bugünün menüsü 2 şişe şarap 2 litre biraydı. Aslında bugün evden çıkmayacağım konusunda umutluydum, çünkü –bilen bilir, bira ve şarap karıştığı zaman çok beter bir sarhoşluk yapar. Öğrenciyken az karıştırıp ekonomik kafalar yapmadık. Ama üniversitede öğrenilen her şey, gerçek yaşamda nasıl tek tek terk edilmeye mahkumsa, bira şarap miti de bu hafta tarih oldu. Her yol votkaya çıkıyor bu aralar. Alkoliklerin içkisi votkaya. Votkanın sudan ucuz olduğu bu memlekette, alkolik sıfatını kendime yediremediğim için votkadan imtina ediyorum. Bir de bana eski sevgiliyi hatırlattığı için (belki) (hatta kesin).
İşte öylece, kafamda bunları kurgulayarak, büfenin yolunu tutuyorum. Takribi 300 metre mesafede büfe. Büfeci Natasha, her geceki gibi sevgilisinin kucağına oturmuş, laptop’larını açmışlar internette sürtmekteler. Ben gidince büfenin 20 santime 20 santimlik camını aralıyor ve “Chernigivkse Premium kalmadı yalnız”, diyor: “istersen filtre edilmemişi var”.
Filtre edilmemiş bira, biranın filtre edilmemişi. Türkiye’de bulunan bir nane değil, o nedenle biraz açıklayayım. Bira denilen meret alttan veya üstten mayalanır. Mayalandıktan sonra filtrelenir, şişelenir ve satışa sunulur. Birayı bolca tüketen toplumlarda biranın filtrelenmemişi de çeşni olarak satılır. Alkol seviyesi normal birayla aynıdır, ancak filtrelenmediği için hem rengi farklıdır (şeffaf değil, limonata gibi sarımsıdır) hem de lezzeti (daha ekşi, limoni bir tadı vardır). Neredeyse limon aromalı tadı nedeniyle genellikle yaz aylarında, Corona limon bulunamamışsa ikame ürün olarak tüketilir. Ferahlatır, güzeldir, çok güzeldir. Ama kış birası gibi sert değildir –kış birası koyu renk, hatta tercihan esmer olur, bol alkollüdür. Diğer taraftan, filtrelenmemiş bira filtrelenmemiş olduğu için karbonhidrat ve mineral yönünden daha zengindir. Filtreleme işleminde arpa özü büyük ölçüde tasviye edilir çünkü. Kısacası daha besleyici ve daha sağlıklıdır. Ayrıca filtrelenmiş biralar, filtre işlemi sırasında karbondioksit (gaz yani) içeriklerini büyük ölçüde kaybettiklerinden, şişeleme işleminden önce tekrar karbondioksitlendirilirler ki bu da onlara daha keskin bir tat verir –işte bu yüzden bol biralı gecelerin çok osurgan sabahı olur. Filtrelenmemiş bira o denli keskin değildir, içerdiği karbondioksit, fermantasyon ürünü naturel karbondioksittir.
Bilinçli bir alkolik –ve Yiyecek İçecek Yönetimi eğitimi almış eski tüfek bir otelci, olarak tüm bunları biliyor, her gün kafamı binlerce ihtimal arasından özenle o güne özel seçtiğim bir şekilde bilinçlicene güzel yapıyorum. Süper dimi?
“Filtrelenmemiş ver o zaman” diyorum Natasha’ya. Birayı dolaptan alıp dönüp gelirken “soğuk demi?” diye soruyor. “Soğuk olmaz mı Natasha, ben böyle soğuk görmedim” diyorum. Konuyu o açtığına göre vakti bol. Ben de şu kutup ayısı ve potuğunun fıkrasını anlatıyorum.
Anne kutup ayısı ile yavru kutup ayısı bir buz dağı üzerinde oturmaktadır. Yavru kutup ayısı annesine dönüp “Anne, bizim dedelerimiz de buralı mıydı?” diye sorar. Anne “evet yavrum, buralıydılar” der. Yavru kutup ayısı dudak büküp suskunluğuna geri döner. İki dakika sonra annesine “Anne, bizim dedelerimizin dedesi de buralı mıydı?” diye sorar. Anne “evet yavrum, onlar da buralıydı” diye cevap verir. Yavru yine susar. İki dakika geçmeden annesine tekrar “Anne, peki onların dedeleri de buralı mıydı?” diye sorunca anne kutup ayısı dayanamaz, “evet oğlum da, sen neden vukuatlı nüfus kayıt örneği düzmek derdindesin?” diye sorduğunda, yavru kutup ayısı: “Anne ya, o zaman neden benim götüm donuyor”?
Gülüşüyoruz. “Bira içiyorsun da o yüzden” diyor bana: “votka içsen bu kadar koymaz”. Bütün yollar votkaya çıkıyor. Yarın litrelik bir votka almalı, yanına da 2 şişe 2şer litrelik bira, ak göt kara göt belli ola.