Taksicilerin alayı gizli işsiz. Sadece taksiye ihtiyaç duyuyoruz. Hayatımızda taksiciye yer yok aslında. Bu dünya taksicilersiz çok daha güzel bir dünya olurdu. Kalıbımı basarım. İmkansız demeyin, mümkün aslında. Yani bizi taksicilerden kurtaracak, taksicisiz çok daha rahat, sakin, sessiz, güzel bir dünyayı mümkün kılacak teknoloji mevcut olduğu halde karanlık güçler kasten bizi taksicilere ve taksicilerin o iğrenç müziklerine maruz bırakıyorlar.
Tüm taksiler taksicisiz olabilir mesela. Her taksi durağında onlarca taksi bekler, tıpkı şimdi olduğu gibi de taksicisi olmadan, boş vaziyette. Binerken kredi kartını sürtersin kapısına, girersin içine, oturursun direksiyona, basar gidersin gitmek istediğin muhite, taksici ve taksicinin iğrenç sohbeti, müziği, gündüz vakti gece tarifesi olmadan. Dilediğin muhite vardığında bir taksi havuzuna bırakırsın taksiyi, bir kez daha sürtersin kredi kartını, hooop tutar kat ettiğin kilometre üzerinden kredi kartından tahsil edilir. Sen de ırzına geçilmemiş kız oğlan kız kafanla hayatına devam edersin.
Kiev’in milim milim ilerleyen Cuma trafiğinde bütün bunları düşünüyorum bir taksinin içerisinde. Fonda bir acayip çıstak müzik. Hintçe olduğunu ancak tahmin edebildiğim nakaratı kuu vak vak vak benzeri, ritmi dup tıs tıs tıs’dan ibaret, aralarda Almanca das iş fantastiş, onun üzerine çok detone Ukraynaca sözler özensizce ekleştirilmiş. En dandik club’larda bile ancak sabah 5’ten sonra müşterileri siktir etmek için çalınabilecek müzikalitede bir parçayı 87 desibel dinliyoruz saçları jöleli, kot altına rugan ayakkabılı taksiciyle. Vivaldi’yi, Mozart’ı, Lemy Kilmister’ı veya ne bileyim hatta bir Müslüm Gürses’i bile bu taksinin içerisinde 5 dakika tutamazsın. Musikiperver bir birey için o kadar büyük bir işkence. Allah Çarpsın.
Aslında biner binmez “şu başarısız müzik denemesini biraz kısabilir miyiz?” şeklinde efendice rica etmek vardı ama etmeyip ertelediğim, o arada da gerim gerim gerilip hırslandığım için “kıssana şunu” şeklinde hırladım taksiciye resmen. Burada çok gerekmedikçe arka koltuğa oturulmadığı için çok gereksiz şekilde çok yan yanayız taksiciyle. Şaşırıp kafayı çevirdi, benim ona çevrilmiş kafama doğru. Burun buruna, tabiri caizse faça façaya geldik taksiciyle. Türkiye’de olsa tam levyelik bir durumdayız yani. O koltuğun altına uzanıp levyeyi alana kadar ben kafayı gömer miyim? Gömsem o da o telaşla ters şeride girip karşıdan gelen arabalardan birine göbekten girer mi? Hesapları yapıyorum ki “pardon beyefendi” diyor. Müziği kapatıyor, ama nafile… Kuuu vak vak vak beynime nüfuz etti, tampon hafızama yer etti bile… Eve gidene kadar arabanın içinde çıt çıkmazken benim beynimde: kuu vak vak vak das iş fantastiş çalıyor. Gerçekten hızlı mı geldik yoksa o iğrenç müzik olmadan zaman daha hızlı mı aktı bilemiyorum ama çok geçmeden eve varıyoruz. Verip parasını iniyorum taksiden. Beynimde hala kuu vak vak vak kuu vak vak vak helehelehelele kuu vak vak…
Ruhumu zehirledi pezevenk iğrenç müzikleriyle. O derece ki eve döner dönmez kulaklıkları takıp, sesi sonuna kadar açıp Angela Gheorghiu’dan Bizet’nin Habanera’sını dinlemem gerekti tekrar tekrar. Angela Gheorghiu, Linzi Stoppard ve hatta Por Una Cabeza eşliğinde içilen 2 litre biradan sonra ancak kendime gelip oturup bunları yazmaya karar verdim. Sadakallahülazim. Amin.