Skip to content

Sivastopol Önünde Yatar Gemiler Aman Amman

Sabah erkenden kalkıp büroya gittim bugün. Malum, gemi bileti alınacak. Erdek gemisini, adalar vapurunu ve şehir hatlarını saymazsak daha önce hiç gemide seyahat etmişliğim yok. O yüzden heyecanlıyım biraz.

Araştırdım soruşturdum. Göt Turizm diye bir acente buldum internette. İstanbul – Sivastopol gemi seferlerine bilet satıyorlarmış. Saat 10’a kadar aradım açan yok. Olmadı Ukrayna telefonlarını aradım. Uykudan yeni uyandığı belli bir ses alo dedi. Uyandırdık adamı… Ev demek ki. Home office falan mı acep? İzah ettim durumu, adam bana İstanbul büronun sorumlusunun cep telefonunu verdi. Tereddütsüz aradım. Ben diyeyim Müzeyyen Senar, sen de Muazzez Abacı… Alkolden patlamış bir ses: aloooğh… “Uyandırdım kusura bakmayın,” dedim alaylı alaylı, karı “e uyandırdın walla” dedi. Çüşş demeye getirdi, üstelik de ikinci tekil şahıs. Bu ne biçim seyahat acentesi lan? Karıya derdimi anlattım, “şu an otobüsteyim 2 saat sonra ara” dedi ve telefonu yüzüme kapattı. Hala ikinci tekil şahıs. Siktir git dedim arkasından, ikinci tekil şahıs, ne arayacam… Mal mıdır nedir?

İnternette araştırmaya devam ettim. Aynı gemiye bilet satan bir başka acente buldum: Bok Turizm. Zaten gördüğüm kadarıyla başka da yok… Yalnız Bok Turizmin telefonu internette yazmıyor, ofisleri Karaköy’de. Atladım Karaköy’e gittim. Denizcilik İşletmelerinin önündeki memurlardan birisi yardımcı oldu, ilgilinin cep numarasını verdi. Verdiği telefon numarasından ilgiliyle görüştüm. Adam bana “ben ofiste yoğum da, çalışan arkadaşlar var orada. Git biletini al” dedi. İkinci tekil şahıs… Telefonda sesim çocuk gibi mi çıkıyor nedir? En temizi aralara Osmanlıca serpeleyeyim ben bundan sonra. Zira bana ekseriyetle çocuk muamelesi yapılıyor… Validesini livaata eylediğimin veletleri be.

Gittim verilen adrese, girdim içeri. Dedim Sivastopol’e, bugüne, bir kişilik bilet rica ediyorum. Sonra gayri ihtiyari “kaç paraydı bu arada” diye sordum. Kadın 215 dolâr dedi. Çüşşşş… “Uçak 250 dolar hanımefendi. 215$ çok değil mi?” diye sordum. Allah belanı versin Bok Bank. Bizi düşürdüğün hallere bak… 100 dolar yüzünden çektiğimiz çileye bak lan… Kadın, ne sivilceli yüzünden, ne kızıl kıvırcık saçlarından, ne de cak cak çiğnediği sakızından  beklenebilecek bir zekayla, uçak biletinin ne kadar olduğunu bilemeyeceğini, ama gemi biletinin 215 dolar olduğunu söyledi. Öyle ya, Cumartesi sabahı erkenden oraya dikilmişsem, aynı güne bilet istiyorsam beni de kazıklayacaklar. Allahın emri. Ben nutkum tutulmuş vaziyette “a, ama yüz dolardı en son” der demez sol yanımdaki büyük gemi maketinin oradan bir erkek sesi geldi. Neüzübillah dedim bir an, gemi dile geldi… Meğer gemi maketinin arkasında, başarıyla saklanmış bir masa ve o masada oturan bir kişi varmış.

“Siz en son ne zaman gittiniz?” diye sordu esrarengiz adam. “2 yıl var” diye haykırdım, göremediğim adama, daha doğrusu gemi maketine doğru… “Gemi açıldığı zaman 140 dolardan başladı, 100 dolara gitmeniz imkansız” dedi bana maket celle celalühü. Gitmedim zaten, ama gidenlerden biliyorum. 100 dolar civarı paralara gidiliyor. “Kaldı ki gitmeniz imkansız değil, gitmiş olmanız imkansız olacak. Türkçe öğren, mal,” demedim, ama onu aratmayacak bir tonlamayla, gayet sert, gayet otoriter, gayet üstten “215 dolar son mu abi?” diye sordum adama, “evet,” dedi, “son. Eğer ilgileniyorsan arayıp ayırtayım”. İkinci tekil şahıs! Ayırtmamasını söyledim. Ben bakayım biraz… Belki ananın telefon numarasını bulurum internette. Cici babana indirim yaparsın herhalde…

Sonra araştırdım soruşturdum. Eski bir arkadaşımın, oralarda çalışan bir tanıdığından aslında biletin 175 dolar olduğunu öğrendim. Ama 40 dolar için yorma beni demeye getirdi arkadaş… Bilmiyor ki meteliğe kurşun atıyoz… Tamam dedim, dert değil. Elemanı göndermek suretiyle aldırdım bileti ki bir daha adamlarla yüz göz olmayayım.

Sonra olan paramla dolar aldırdım, bi bok etmedi tabi… Oturdum bagaj hazırladım. Bir ufak alışveriş yaptım, kredi kartıyla. Gemi yolculuğu 36 saat sürüyor… Sandviçler yaptım kendime ki aç kalmayayım. Votka aldım, meyve suyu aldım… Termosa çay yaptım. Kamaralar üç kişilikmiş… Bagaja dikkat etmeli, laptop’u alenen göstermemeli… Hırsızı, uğursuzu vardır belki. Belli mi olur kiminle aynı odaya düşüleceği… Ama bi taraftan da bu bagaj x-ray’den geçerken polis kesin kıllanır. Açtırır içini kontrol eder. O etmese, gümrük muhafaza polisi kesin kontrol edecek. O yüzden açıp saçması, sonra tekrar toplaması kolay olacak şekilde hazırladım bagajı… Bütün iç çamaşırlarını poşetledim, yolcu salonu girişinde açtırırlarsa rezil olmayayım.

Gemi akşam 8’de yolcu kabul ediyormuş. Yedi buçuk gibi orada olsun demişler. Boarding falan gibi bir takım işlemler var herhalde…

Trafik de olursa geç kalmayayım diye 18:00 gibi çıktım. Bilette Z.port yazıyor. Zeytinburnu dedim taksiciye, “zeeport mu abi” dedi? Dedim hee, zeeport. Geldik Zeyport’a, kapıdaki adama sordum, “Geroi Sevastopolya” gemisi buradan mı kalkıyor? “Evet” dedi, girdim içeri. Adam “gümrük muhafazaaa” diye bağırdı, bıyıklı bi polis geldi. “Bagajı demirin altından it, kendin de turnikeden geç bilader” dedi ve gitti… E kontrol?.. “Memur Bey,” diye bağırdım ardından, “Geroi Sevastopolya gemisine bineceğim, yolcu salonu nerede acaba”. “Aha” dedi, “gemi orada”, 300 metre ilerde demirli bir gemiyi göstererek. Lan karanlıkta gözüm de seçmiyor ama, üzerindekiler konteynır mı lan o geminin? Dedim “yük gemisi değil, yolcu gemisi olacaktı”. “Tamam işte, o gemi” dedi gümrük muhafaza polisi ve yürüdü gitti. Bagajı bile kontrol etmedi herif…

Gemiye yaklaştım, baktım mal yüklüyorlar. Bir iskele uzatmışlar, bizim Üsküdar Beşiktaş vapurunda kullanılan tahta iskeleler gibi, tahta, dar ve ayak kaymasın diye çıtalar çakılmış üzerine. Üzerinde bagajı sürüklemenin imkanı yok. Geminin güvertesinde konteynırlar var, üniformalı askerler var. Güvertede herkes Rusça konuşuyor. Biraz mesafeli durdum, bir sigara çıkarıp yaktım, boarding ne zaman başlayacak acaba?..  Gerçi burası bildiğin liman. Bu bildiğin iskele; bak bu gemi de bildiğin yük gemisi… Kıllandım. Bir arkadaşı aradım, gemiden kıllandığımı, geminin adını unutmamasını söyledim… Başımıza bir iş gelirse en azından hesabı sorulabilsin…

Ukrayna bende paranoya yapıyor. Gidip de kaybolan çok duydum. Öldürülen duydum. Fidye için kaçırılan duydum. Gidip, haftalarca karanlık bir depoda hapsedilip, günlerce dayak yiyip, bütün parası gasp edilip, sonra kendini kaçıranlara kaçırma işi için ödenen paradan daha fazlasını teklif edip ödeyerek kurtulanlar duydum… Kurtulamayanlar da duydum! Ukrayna’da geçirdiğim zaman zarfında iki kafa patlatmışlığım, iki geceyi karakolda geçirmişliğim, bir kez gasp edilip karşı koymaya çalışırken bileğimi çatlatmışlığım var… Şimdi burada, üzerim tepeden tırnağa marka, elimde iki bin küsur dolarlık laptop, Japonya seyahatinden aldığım altın kakmalı, gümüş sokmalı hediyeler, çantada bir miktar altın… Kılçıksız balık gibi hissediyorum, lop et. Gasp et, kes boğazını, at denize… Zaten moralim de bitik; karşı koymam herhalde pek.

Az ilerimde kalfa gibi görünen, yük taşıyanlara Rusça bir takım talimatlar vermekte olan, ama tipinden Türk olduğunu anladığım bir adam var. Ona yaklaştım, “hemşerim,” dedim, bir omuzum düşük, kafayı geriye atmışım böyle, sanki kafam güzel de zor tutuyorum kafayı, sağ gözüm takeshi kitano takeshi kitano seğriyor: “gemiye kaçta yolcu kabul etmeye başlarlar acaba?”. “Bin kardeşim işte,” dedi adam, psikopat hallerimi fark etmedi bile. “Zaten sizi bekliyoruz”. Şaşırmış halde, başka yolcu olup olmadığını sordum, varmış. Aman iyi.

O daracık iskele üzerinden iki sefer yapmam gerekiyor. Birinde sırt çantamı diğerinde bagajımı taşıyorum, laptop sürekli omzumda. Her bıraktığım eşya aklımda kalıyor çünkü. Kurtlu, kuzulu, sandallı problemler çözüyorum kafamın içinde. Lan sırt çantasını sırtıma alsam bagajı çalacaklar, bagajı alsam sırt çantası kesin gitti… Neyse ki anlamsız paranoya gemiye binene kadar sürüyor. Gemiye biner binmez efendi tipli bir kamarot karşılıyor beni. Az buçuk Türkçe biliyor. Ben de az buçuk Rusça biliyorum. Gayet iyi anlaşıyoruz Igor’la. Igor tek mi kalmak istersiniz yoksa biriyle mi kalmayı tercih edersiniz diye soruyor. Gayet kibar. Aslında tam olarak birinin nezaret etmesi/eskort etmesi lazım mı anlamına gelen “vam kumpanya nujna?” diye soruyor. “Kastettiğin hissesiz harikalar kumpanyasıysa neden olmasın be Igorum”’un Rusçasını çıkartamadığım için, ne kadar kıllansam da, aklım kumpanyada kalarak “Net,” diyorum. “adnoy hochu”. 10 dolar fark verirsem beni king odaya tek tabanca yerleştireceğini söylüyor. 10 dolar kurban olsun sana Igor be…

Oda süper. Girişte bir mini buzdolabı, onun yanında bir kitaplık, raflar boş; sadece bir telefon var. Onun yanında 2 kişilik bir kanepe. İki adet soğutucu/ısıtıcı cihaz ki bunlar herhalde klimanın deniz görmüşü. 2 sandalye, bir çalışma masası, bir televizyon, uzaktan kumandasıyla komple, çift kişilik bir yatak ki maalesef tek tabanca ve hüzünle kıvrılınıp yatılacak… Duş, tuvalet, prizler… Allahtan daha ne isteyeyim ki ben? Elektrik prizi bile var; tak prize laptopu zebbaha kadar Call of Duty oyna. Off beee.

Birden yüzüm gülüyor, atıyorum kendimi çift kişilik koltuğa, uzatıyorum ayağımı sandalyelerden birine. Kahkahayı basıyorum. Uçağı sikeyim. Bu rahat nerde var be abi?.. Ukrayna uçakları yurt içi seferlerde de kullanılan konserve kutusu kadar uçaklardan. Hatta Tavrey “uçan tabut” olarak anılan topolevlerle uçuyor hala. Hangi havayolu olursa olsun, kalkışı bir dert, inişi bir dert. Göt kadar koltuklarda 1.5 saatlik yolculuk bile adamın ağzına sıçar. O yüzden bu dört dörtlük kamara çok hoşuma gidiyor. Igor “yemek yedi buçukta, sizi arar haber veririm” diyor. Fark ediyorum ki odada bir de telefon var. Lükse bak hacı. “Sabah yedi buçuk mu?” diye soruyorum. Igor günde üç öğün yemek çıkarttıklarını söylüyor, üstelik domuzdan kıllananlara domuzsuz yemek de var. Ben bi çıkıp dolaşmak, bi kaç paket sigara almak niyetindeyim, ama Igor “gerek yok,” diyor: koridorun ilerisinde bar var. Orada sigara da var. Oooohaaa! Geminin altı titanik çıktı…

Yemekten önce pasaportlar toplanıyor. Gemi yola çıkmadan yemek yeniliyor. Yemekte gördüğüm kadarıyla gemide 10 yolcu kadar varız. Beni 2 Türk ve Türkçe konuşan bir Ukraynalı kadınla aynı masaya oturtuyorlar. Helal yemek grubuyuz biz. “Lan ipneler siz tavuk bile kesseniz mundar olm zaten, hangi helal yemek?” diye sormuyorum. Bana ne, Müslümanlar düşünsün. Yemek sırasında yaptığımız kısacık sohbette bir doların sekiz grivna olduğunu öğreniyorum. Yuhhh… Grivna neredeyse yüzde yüz düşmüş. “Fiyatlar nasıl,” diye soruyorum: aynı mı yoksa yükseldi mi? Fiyatlar da yükselmiş. Uzak kaldığım 2 ayda yıllık bazda yüzde beş yüzü aşan enflasyon yaşamış Ukrayna. Aslında azar azar, fark ettirmeden de olsa, bir devalüasyon yaşamış. Çüşş. Bütün denklemler alt üst. Taksi ücretlerinin son güncellemelerini indirmek gerekecek. Hatta ne güncellemesi, kosskoca bir service pack kurmak gerekecek Ukrayna için.

 

Yemekten sonra kamaramın kapısı çalınıyor. “Polis kontrol,” diyor Igor, “restoranda polis bekliyor”. Giyinip çıkıyorum restorana. Memur yüzüme şöyle bir bakıp pasaportuma çıkış mührünü vuruyor. Dazvidanya lan İstanbul.

Gemi 10’a doğru kalkıyor. Kamaramın lombozundan İstanbul’u seyrediyorum, gözlerim faltaşı. Votka ve meyve suyu neredeyse bitti. O kadar sandviç alacağıma keşke votkayı büyük alsaymışım.

Keyfe keder tek durum sigarasızlık. Igor’un bar diye tarif ettiği yere gidiyorum. Rus lavuğa sigara var mı diyorum. “Sigara kalmadı,” diyor: “hepsini Türkler aldı”. Türk olduğumu, bana da sigara ayarlamasının şart olduğunu söylüyorum, “kalmadı sigara” diyor. Dalga geçtiğinden eminim ya. Kamaraya dönüyorum. Ben de kafamı güzel yapıp senin başına 36 saat ekşimezsem…