Yıl 1994. İÜ’de öğrenciyim. Bir yandan da Sultanahmet’te bir otelde gece resepsiyonculuğu yapıyorum. Otelde Nesrin adında İranlı genç bir kadın konaklıyor. İran’da ailesinin durumu iyiymiş. Bunu İngilterelerde okutmuşlar. Kız su gibi İngilizce biliyor. Sonra ne oluyorsa, bu kız (veya kocası) rejimle ters düşüyor (*).
(*) O yıllarda, İran’daki islami diktatörlükten (molla rejiminden) kaçan bir sürü İranlı yurtdışında, kendi tercihleriyle sürgün hayatı yaşarlardı. Devran döndü, bugün Türkiye’deki islami diktatörlükten kaçan yüz binlerce Türk vatandaşı yurtdışında kendi tercihiyle sürgün hayatı yaşıyor.
Bu, yedi sekiz aylık bebeği ile birlikte ülkeden kaçıyor. Avrupa’ya geçecek ama bir şeyler bekliyor. Bebeğiyle birlikte aylardır İstanbul’da, benim çalıştığım otelde kalıyor. Kocası mı, babası mı, geçmiş gün tam hatırlamıyorum ama birisi aydan aya para gönderiyor buna. Gel gör ki, yurtdışından gelen parası çoğu zaman ancak otel parasına yetiyor. Otelde konaklamaya para mı dayanır? Cebine pek bir para kalmıyor. Biz otel çalışanları olarak, yandaki galeriden birkaç arkadaşla birlikte üçer beşer aramızda toplayıp çocuğuna mama alıyoruz. Eline harçlık veriyoruz. Bu bir süredir böyle. Sonra bir gün çocuğun maması bitiyor. Kız iki gözü iki çeşme ağlıyor. Bizde kimsede para yok. Toplanan para hazır mama almaya yetmiyor. Laz bir teyze var, otelin temizlikçisi. Bana “pirinç unu al getir madem, hiç yoktan iyidir” diyor. Pirinç ununu getiriyorum. İşte tarif ediyoruz. “Bunu şekerle, sütle karıştıracaksın, biz sana otelden süt ve şeker de ayarlarız, bununla birkaç gün idare et, birkaç güne çözeriz” falan diyoruz. Kızın aklı almıyor. “Bunun içerisinde besin yok ki, nasıl olur” diyor, ağlamaklı. Biz hep bir ağızdan “ya nası besin yok? Mis gibi pirinç unu. Hepimiz çocukluğumuzda bunu yedik. Kimi çocuklar safi bununla beslendi. Biz aptal mıyız” diyoruz (ne yalan söyleyeyim, ben kızla aynı fikirde olmakla birlikte, çaresizlikten öyle demek durumunda kaldım, neyse). İşin trajikomik tarafı şu:
“Biz aptal mıyız” diye soran tipler daha geçen sene, elinde iki anahtar sallayarak “bu bacınızın sözü var: herkesin, bir evi bir de arabası olacak” dedi diye Tansu Çiller’e oy vermişti. 5 Nisan Kararlarıyla, cebindeki para yüzde yetmiş sekiz değer kaybetmişti. Ama, “Tansu bacımız” Amerika Birleşik Devletleri’ni, Türkiye’ye tarihte görülmemiş miktarda silah satmaya ikna etmişti. Kahvaltıda beyaz peynir yoktu. İhtimal götümüzde don yoktu. Aha işte bak, çocuk açtı, ona bir kutu hazır mama almaya para yoktu. Ama koca koca bombalarımız, sarı sarı, çil çil mermilerimiz vardı. Allah devletimize zeval vermesindi.
“Biz aptal mıyız” diye soran tipler kendi topraklarında bin yıllardır kendi aralarında arapça “selamün aleyküm / aleyküm selam” diye selamlaşırlardı. Günde beş vakit minarelerden arapça ezan dinlerlerdi ama şu batı özentisi, “hafif batı müziği” dinleyen tiplere de ağır uyuzlardı. Monşerdi onlar. “Biz aptal mıyız” diye soran tipler monşerleri sevmezdi. Elindeki pilav yağını entarisine silen araplara meftundu onlar… Aynı tipler, aynı sene, yerel seçimlerde İstanbul Belediye Başkanlığı’na Recep Tayyip Erdoğan’ı seçecek kadar da “dahi”ydiler. Yetmeyecekti, aynı kişiyi 2002’de ülkenin başına, hem de hülleyle getireceklerdi.
“Biz aptal mıyız” diye soran tipler 2010 yılında aynı elemanın HSYK’nın ırzına geçmesine müsaade edecek, yargıyı komple AKP’ye teslim edeceklerdi. Çünkü AKP “12 Eylülle hesaplaşacaktı”. Yetmez ama evetti.
“Biz aptal mıyız” diye soran tipler Atatürk’ün getirdiği demokrasiyi, kendilerine padişah seçmek için kullanabilmek adına, 2018 yılında başkanlık sistemine geçecek, yasama-yürütme-yargı erklerinin tamamını, üniversite mezunu bile olmayan bir adamın eline vereceklerdi.
Yasama-yürütme-yargıyı üniversite mezunu bile olmayan bir adamın eline veren, yarın öbür gün, eline alır. Neyi? Ekonomiyi. Demokrasiyi. Eşitliği. Hürriyetlerini. Milli Onurunu. İnsan Haklarını. Tam “olsun, en azından başımızda yerli ve milli bir hükümet var” diyeceğim bir gülme alıyor.
Yerli ve Milli! Ülkeye arap ülkelerinden, Suriye’den, Afganistan’dan sığınmacı ve göçmen taşıyorsun. Ülke nüfusunu araplaştırmak için nüfus mühendisliği operasyonları düzenliyorsun. 125 bin peşin, 125 bini 60 ay taksitle, toplam 250 bin Amerikan Dolarına arap ailelerine Türk vatandaşlığı satıyorsun. Ülkeyi parsel parsel araplara satıyorsun. İstanbul’un bütün tepelerini araplara satmışsın. Yetmemiş boğazı sata sata bitirmişsin. O da kesmemiş, “Kanal İstanbul yapacağım, onu da katarlılara satacağım” diyorsun. İki lafının biri arapça. Taptığın tanrı bile arabın tanrısı. Kendi anadilinden utanıyorsun. Utanmadan, ar etmeden “cennetin dili arapça” diyorsun! Kendi anadiline “tuhaf” diyorsun. Ülkenin bütün iş yapan şirketlerini araplara satmışsın. Ama lafa geldi mi sen “yerli ve millisin”, biz monşeriz öyle mi? Sikerler öyle işi. O seninki pirinç unu kafası! Bu benimki de, yüzde yüz yerli ve milli RAKI KAFASI. Onun da yüzde yetmişi vergidir. Al bu parayı, satılmış köpek diyanetçilerinin maaşını ödersin! Arabın allahı içine sindirsin. Yok vazgeçtim. Eğil eğil, Haluk kafana çöğdürsün!